31 Ekim 2010 Pazar

Paris Sıkıntısı - Baudelaire

“Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, anneni mi, babanı mı, ablanı mı yoksa kardeşini mi?
—Ne annem, ne de babam var, ne ablam ne de kardeşim.
—Dostlarını mı?
—Anlamına bu güne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.
—Yurdunu mu?
—Hangi enlemdedir, bilmem.
—Güzelliği mi?
—Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim.
—Altını mı?
—Siz Tanrı’ya nasıl kin beslersiniz, ben de ona öylesine bir kin beslerim.
—Peki, neyi seversin öyleyse sen, garip yabancı?
—Bulutları severim… işte şu… şu geçip giden bulutları, eşsiz bulutları!” s.5

 Çok mu içmiş?

28 Ekim 2010 Perşembe

Kim o?

Sıkıntısını alıp başına çalmalı. Gözlerine iğneler batırmalı. Parmak kemiklerini ince ince kırıp, karşısına geçip kahve höpürdetmeli.

Eller, başlar, düşünceler, kırmızı bir ruj, kaçan vapurlar, rüzgâr, yağmur, şarkılar… Hem de ne şarkılar.

Birşeye tutunmalı, birşeye. Tutunmalı, sarılmalı, sanki parçaymış gibi. Ama birşeye. Konuşmayan, sürekli dinleyen birşeye, aldatmayan yalan söylemeyen birşeye. Tutunmalı.

Gündüzler güzel.
Geceler şaheser.
Sigaralar ağır ve şarkılar… Hem de ne şarkılar…

Hayalkırıklıklarımı duyabiliyor musunuz?
Gülümsüyorum, hiçbir şey olmamış gibi. Daha yeni doğmuş gibi, hiçbir şey yaşamamış, hiçbir şey görmemiş gibi. Ve olabildiğine kaçıyorum, ağzı, yüzü, gözü olanlardan. İğrenç bakıp, pislik kusanlardan. Adı her neyse. Tanrıya sorular biriktiriyorum. Bazen oturup tek tek soruyorum. O da cevaplarını mı hazırlıyordur?

Bu uzaklık iyi. Bu uzaklıktan herkes iyi.


Baktık çıldırmak işten değil
Söndürüp attık cigaramızı
Baktık olacak gibi değil
Bir adam düşündük camların arkasında
Baktık beyaz pardesülü burunlu
Bir adam birdenbire peydahlandı
Kaptığımız gibi şapkamızı eski
O eski kadınları bilirsiniz
Keder basınca bilhassa hatırlanan
Sokaklarda yaşanmış veya evde
Karanlığın ortalık yerinde beyaz
Ve sevgili olan enine boyuna

Baktık olacak gibi değil
Kaptık şapkamızı dışarı çıktık
Ama gel ki kazın ayağı öyle değil
Baktık değişen bir şey yok ortalıkta
İki kişi bezik oynuyordu veya tavla
Birinin zavallı olduğunu gördük
O zavallı kadınları bilirsiniz
Sevildimi pekalâ sevilebilen
Geceyken yağmurluyken hava
İyice inceltip ufak yüzlerini
Birebir gelirler yağmura karanlığa
O eski kadınlar o zavallı

C.Süreya

20 Ekim 2010 Çarşamba

Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?



“Saat tam üç, üççeyrek olmuştu ki, Pollak Henri ve arkadaşı ( adına gerek yok, hiç tanımazsınız) piyasaya çıktı. Aramızda hala konuşacak gücü kendinde bulanlar dirsekleri üzerinde şöyle bir doğrulup, işlerin nasıl gittiğini sordu.
Bunun üzerine öyle karmaşık, öyle karmaşık bir anlatıya giriştiler ki, Ecole Normale Supérieure Çocuk Bakımı Fakültesi giriş sınavı (195. birleşik seçme-yerleştirme sınavı) sırasında adaylara sorulan paragraf anlamı sorusundaki Claude Simon’a ait parça bu anlatımın yanında Isaac Benserade’ın ünlü altı mısralık şiirinden bile daha dolaysız ve düz kalırdı. Karşılaştırma açısından uygunluğuyla yarışan bir zerafete sahip olduğu için bu şiiri tam metin olarak alıntılama zevkinden kendimi alıkoyamıyorum:
Armut mu alsam peynir mi yoksa
Kararsız kaldı biçare Kalbim:
Armudu alsam,
Peynirim olmaz;
Peyniri alsam,
Armudum olmaz.” s.63

“Ey edebiyat! Senin o kutsalların kutsalı süreklilik aşkın yüzünden ne ezalar, ne cefalar çekiyoruz!” s.30 

J'ai Tué Ma Mére

15 Ekim 2010 Cuma

Dünya o gün bugündür müthiş bir hızla dönüyor. Biz de oraya buraya hiç hissetmeden savruluyoruz, insanız alışkınız, diye geçiştiriyoruz.
...

Ellerim buz gibi kitap sayfası çevirdikçe titriyorum, ağbim kombiyi neden yakmadığımı soruyor. Bir an duraksıyorum, bunu neden düşünemediğimi düşüyorum. Kalkıp açıyorum kombiyi. Isınmayı bekliyorum, sayfalar geçiyor. Uyukluyorum. Uyandığımda ellerimin üstüne yatmış buluyorum kendimi, kansız kalmışlar, uyuşmuşlar, sayfalar kırışmış. Isınamıyorum.
...

Gece. Canım acıyor, uyanıklıkla uyku arasında bir yerlerdeyim. Canım acıyor, gözlerimi açıyorum. Canım acıyor, uyanıyorum. Canım acıyor, kalkıyorum. Canım acıyor, dolapta süt arıyorum. Canım acıyor, aradığım hiçbir şeyi bulamıyorum. Canım acıyor. Ağlıyorum, küfürler yağdırıyorum sevdiğim adama. Dizi açıyorum, izleyip ağlamaya devam ediyorum. Acım diniyor. Yatağa gidiyorum. Yatıyorum. Uyandırılıncaya kadar uyuyorum.
...

Ezan okunuyor, anahtarımı arıyorum. Yorgunum. Bütün bir günü aylaklık ederek, fotoğraf çekerek harcamışım. Elimde poşetlerim var, içinde kitaplarım var. Heyecanlanıyorum. Biri hediye paketine sarılı. Huzurluyum. Eve girince ellerimin buz gibi olduğunu fark ediyorum. Günlerdir hiç ısınmadıklarını düşünüyorum. Yatağımın üstünde kargo poşeti görüyorum. Seviniyorum, açıyorum, içinden Demir Özlü çıkıyor, sevgilimin “not alırsın belki okursun” dediğini hatırlıyorum. Gülümsüyorum. Oturup okuyorum yatağımda.

Uyuya kalıyorum.
Rüyanda görsen inanma.

10 Ekim 2010 Pazar

Waltz With Bashir

Korkunca uykuya sığın..



Belki uyandığında gördüklerinin rüya olduğunu sanırsın.

7 Ekim 2010 Perşembe

Fernando Pessoa - Şeytanın Saati

“Benim büyülü silahlarım müzik, ay ışığı ve düşlerdir. Ne var ki müzik denince sadece çalınan değil, sonsuza dek çalınmadan kalacak müzik de anlaşılmalıdır. Ay ışığı derken, sadece aydan gelen ve ağaçların gölgelerini uzatan ışıktan söz ettiğim sanılmamalıdır; güneşin dışlamadığı ve nesnelerin aldatıcı görünümlerini güpegündüz karartan başka bir ay ışığı da vardır. Her zaman kendisi olarak kalan tek şey düşlerdir. Onlar bizim, içine doğduğumuz, her zaman doğal ve kendimiz kaldığımız parçalarımızdır .”s.23-24

“Bu dünyaya ilişkin, bayan, üç değişik teori vardır – her şeyin Raslantı eseri olduğu, her şeyin Tanrı eseri olduğu, her şeyin düzenlenmiş y ada birbiriyle kesişen bir çok şeyin eseri olduğu. Genellikle, duyarlılığımızla uyum içinde düşünürüz, böylece bizim için her şey bir iyilik ve bir kötülük sorunu haline gelir; uzun zamandır, bu yorum nedeniyle ben, şahsen büyük iftiralara uğruyorum. Şeyler arasındaki ilişkilerin -şeylerin ve ilişkilerin var olduğunu kabul edersek- bir tanrının ya da bir şeytanın veya her ikisinin birden açıklayamayacağı kadar karmaşık olduğu, sanırım kimsenin aklına gelmedi hiç.” s.31

“Sizler insan olma üstünlüğüne sahipsiniz ve ben, bazen bütün bu Dipsiz Derinlik yorgunluğumun derinliğinde, ocak başında ailecek geçirilen bir gecenin dinginlik ve huzuru, biz tanrılarla meleklerin, özümüz gereği mahkum olduğumuz bu sır metafiziğinden daha hayırlıdır diye düşünüyorum. Kimi zaman, dünyaya bakmak için eğilip de, limandan çıkan ya da limana dönen balıkçı gemilerinin yelkenlerini uzaktan gördükçe kalbim, tanımadığı bir ülkeye düşsel bir özlem duyuyor. Hayvani yaşamlarında uyuyanlara ne mutlu - şiirle örtülü ve sözcüklerle açıklanan özel bir ruh sistemi.” s.35

1 Ekim 2010 Cuma

Eylül Sızıntısı - Son Damla

"Lütfen eve dönelim" diye başlayan şarkı "sokak soğuk" diye devam ediyor.

 

Ne yaparsan yap, bir çıkış bulmuş gibi rahat hissetmeyeceksin kendini. Eksikliği üzerinden atamayacak, aramakta olduğun şeyi bulamayacaksın. Yalnızca bazen vazgeçeceksin. Artık olmayacağını kabulleneceksin. Kendine döneceksin.

 

O adam hayal. Dahası yalan. Hiç de gerçek olmadı. Olamadı. Onun elinde değildi, senin elinde de değildi. Ve sen elinde olmayan şeylerden nefret edersin. Koşma, konuşma. Biraz dur. Sadece dur.

 

Çalmayan telefonlardan, açılmayan kapılardan, kuruyan ekmeklerden ve soğuyan kahvelerden nefret etme. Ağzına götüremeden sönen sigaralardan nefret et. Okumadan sararmış kitaplardan nefret et. Aynadan nefret etme. Aynadakinden nefret et.

 

Gece üstünü örtemiyor artık. Açıyor, saçıyor, korkutuyor, yıpratıyor. Köşelere kaçıyorsun, çömelip başını bacaklarının arasına sokuyorsun. Uyuyorsun. Gözlerin açık, bilincin açık, duyuların ve duyguların açık. Uyuyorsun. Ağlıyorsun. Soğuk. Yalnız. Issız. Sürekli. Bitebilir mi? Çıldırabilir misin?

 

Onları ordan oraya savuran yollar nerde? Kendini bir yolun üzerinde bulsan belki yürürdün, o yollar nerde? Kokuşmuş bir etin üstündeki sinekler gibisin. Amaçsız, iğrenç.

 

"Başka sözüm yok!"