29 Aralık 2016 Perşembe

rüzgarın sesini duyabiliyor musun? o burada, engellemeye çalışsan da bir yolunu bulup sana ulaşıyor. hissedebildiğinden çok ve duyuyorsun. sesiyle sana çabasını gösteriyor. kötü olduğunu düşünme. asla düşünme.

-ava çıkalım mı?
-adam çok yorgun.
-....
-pekala, sırf kadın istiyor diye.

karşı masada güzel bir kadın oturuyor. ona bakıyor. sen de bak. bakıyorum. hala bakıyor mu? evet. göz göze gelmeyi bekle. geldiğinizde başını çevir ve gülümse. gördüğünden emin ol. evet? yaptın mı? yaptım. kalkıyor. sen de kalk. hayır. haydi kalk. hayır! bir sigara içeçeğim hatta. .... kapının önünde bekliyor. nasıl biri? saçları kıvırcık.

zamanında kalkmadı.
zaman bir yanılsama.

rüzgarın varlığını ispatlayan kulakların acıların karşısında çaresiz. bağırmak istiyorsun. avazın çıktığı kadar bağırmak.

-neden saklıyorsun kendini?
-adamı üzmek istemiyorum. o mutlu olsun istiyorum.
-adam da kadın için istiyor bunu.
-kadın özür diliyor.

diliyor. bir çok şey.
kesilen uyku aralarında içtiğin suyun boğazından geçerek yemek borusuna, oradan midene indiğini duyumsuyorsun. kulaklığın orada. al. kulağına tak. rüzgarı yok et. hissetmediğin yoktur.


kaçıncı tekil şahısta yaşanıyordu?
kaçıncı tekil şahısta ölünüyordu?


-iyi olduğunda haber ver.
-tamam.

kadını temsil eden mum sakin ve durağan. adamı temsil eden mum şiddetle savruluyor. sakin kalmayı beceremediğini görüyorsun. her şeyin farkındalığı omuzlarına çöküyor. lanetli atlas oluyorsun.

saati takip ediyorsun. geceler boyu düşündüğün çocukluğuna dair en ufak bir ayrıntı yakalayamadın. babanı, anneni düşünmekten yorgun düştün. ve artık ufacık bir ipucunu yakalamak için saati takip ediyorsun. göz kapakların ağırlaşıyor. ağırlaşıyor.

dilini çıkarıp ayna karşısında onu inceleyip lacan'ı aramaktan seni mantığın alıkoyabilirdi. yine de tüm yazdıklarına baktın. bilinçaltına dair çıkarım yapabilmeni sağlayacak sözcüklerin hepsine baktın.


karanlığa gömülmeseydin devam edebilirdin.
belki..

28 Kasım 2016 Pazartesi

gün her şeyi soluksuzca halletme isteği uyandırıyor insanda. evet şurada on gündür almadığım bir kağıt parçası var, onu alıp çöpe atayım. biraz temizlik mi yapsam. şu kitabı okur şu filmi izler, şu mektupları postaya veririm. sonra güzel bir çay demler geceye kadar demlenirim.

bu günler böyledir.
seviyorum ve seveceğim.

bunu da buraya zihnimiz şenlensin diye getirdim.
 
Jurnal from Abdulbaki Yavuz on Vimeo.

19 Ekim 2016 Çarşamba

ekim 20.

bu kadar çok rüya görmek çok iyi bir şey değil, fakat uzun zamandır görmediğim insanları görüp onlara kavuşmuş gibi hissetmek ve hatta onların yanında nasıl hissettiğimi olabildiğince gerçek bir halde yaşamak çok iyi bir şey. 

hayalperest olmak dünyada sahip olunacak en iyi özellik. dünyanın içine bin bir türlü dünya sığdırmak gibi. fakat bu hassas ruhlarımıza zarar veriyor. 

proust okumaya -yeniden- çalışırken uyuyakaldığım kanepede üşürken, ama uykudan kopamazken, onun annesine olan düşkünlüğünün cümlelerinin üzerine battaniye örtüyor annem. "uyuyanın üzerine kar yağar" diyor sonra ve ben artık ısınmış karlarımın üzerinde uyumaya devam ediyorum. 

başka neler var?
uyurken çağırdığımda söylenerek yanıma gelen çok güzel bir kedi, herşeyi daha zor hale getiren nietzsche, hala yol katedemedim faust, devamlı bir şekilde kendimi izlerken bulduğum nuri bilge filmleri ve özellikle uzak, her seferinde yeni bir ayrıntısını keşfedip mest olduğum howl'un yürüyen şatosu, latince dersi, doktorun yememi yasakladığı yiyeceklere duyduğum özlem, yeni kitaplığım ve hayran hayran seyrettiğim kitaplarım var. 

burada canım Eylül bir mim bırakmış. 
aklıma bir sürü karakter geldi, ilk gençlik yıllarımın özellikle büyük sevdaları karakterler. fakat en canlıları dostoyevski'nin yazdığı -ve bir daha kimsenin yazamayacağı- kadın, nastasya filippovna, bergman'a düşümü sağlayan -belki ayağımın takıldığı taş- elisabeth vogler, ve bence birbirinden çok farklı olmayan aylak adam'ın c.'si, godot'yu bekleyen estragon ve vladimir, yabancının meursault'su oldu. bu konu günlerce zihnimde kalır ve "ah şu tabii ki" derim. dedikçe yazarım. 

şimdi koynuna girmek istediğim dünyanın en güzel uykusunu uyuyan bir kadın var. işte burada:


5 Eylül 2016 Pazartesi

"Belki de bu rüyayı hiç görmedim albayım." s.260

     

     bugün iyiyim, çünkü envaiçeşit organıma zarar verecek olsa da ağrılarıma iyi gelen ilacı içtim.

bunu söyleyeli çok zaman geçmeden elime başka bir ilaç bir de oldukça afili bir teşhis tutuşturuluyor.

araştırıyorum.
elimdeki ilaç sanırım beni ebemle yüz yüze getirecek. bir koca sayfası yan etkileri. okumayı bırakmam gerekirken yıllardır başıma bela olmuş bu alışkanlık yakamı yine bırakmıyor, okumaya devam ediyorum. ettikçe endişeleniyorum. endişelendikçe sinirlerim bozuluyor. bozuldukça ağrılarım artıyor.

          sevgili günlük, bugün de kalem tutamıyorum, hatta popomu da silemiyorum fakat bundan bahsetmek biraz itici durduğundan ben yalnızca güzelim defterlerime şiir yazamamaktan bahsedeceğim. gerçi ikincisi sinirimi daha çok bozuyor.

-elif şuna bir bakar mısın, böyle bir şey varmış, ne olduğunu biliy.. ağladın mı sen?


ilaç yazılalı 5 gün olmuş, ben hala içip içmemeye karar veremiyorum. o kadar güçsüzüm ki, hepsine son vermek istiyorum. fakat elimden hiçbir şey gelmiyor. acizim, çaresizim. geceleri yatağımdan uzakta uyandığımda gördüğüm kabusun bittiğine seviniyorum bazen. bir film izlerken ağrılarımdan değiştirdiğim onca şekli unutup film izleyebildiğime şükrediyorum. ama sonra bir an geliyor, tahammülümün son bulduğu o an, işte o an bir baltayla kesip almak istiyorum kollarımı, hadi şimdi defolun gidin, diye bir de bağırmak istiyorum arkalarından. kalan ağrılı yerler için gözdağı olur tabii, kaybolurlar. bittabi.

"Bazı araştırmalara göre bu hastalığa yakalanmış olan kişilerin genellikle değişken bir ruh haline sahip, kaygılı kişiler oldukları sonucu ortaya atılmıştır."

bana açık hava yürüyüşleri tavsiye edildi, yazı yazmak sinirlere iyi gelmiyormuş. 

2 Eylül 2016 Cuma

Tanrı'nın dünyaya delirsin diye gönderdiği insanlar var.

"Nietzsche uzun yürüyüşler yapıyor. Düşünceler ona adım adım geliyor, daha sonra evine dönüyor ve dışarıda kurşun kalemle aldığı notlar üzerine çalışmaya koyuluyor. O anda, migrenler başlıyor ve bazen gözlerine oturuyor; bazı dönemlerde kendi yazdığını okuyamıyor ve kendini dostlarına bırakıyor: Gast, bu şekilde onun okunamayan yazısını çözmeyi öğreniyor. Nietzsche çoğu zaman okumayı, yazmayı, düşünmeyi askıya almak zorunda kalıyordu. Bir tedavi, bir rejim uyguluyordu. İklim değiştiriyordu. Zaten tedavilere güvenmiyordu. Yavaş yavaş, kendi gözlemlerinden yola çıkarak bir tedavi yöntemi yaratmayı başardı." 
".....
Düşünme eylemi acı çekmeyle ve acı çekme düşünmeyle özdeşleşiyor.
..... "
 Klossowski


21 Ağustos 2016 Pazar


Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır

ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklarbir dilde 
bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze
tavanarasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan  bakışsız bir
Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede.
Bir korsan gemisi! girmiş körfeze.

Bakışsız Bir Kedi Kara-Ece Ayhan

20 Ağustos 2016 Cumartesi

19

İnsanın kendini tam olarak hangi anda fark ettiğini, tam olarak hangi anda anı biriktirmeye başladığını merak ediyorum. Doğduğum ev bir yokuşun tepesindeydi. Beyaz, bahçesinden salkım söğüt sarkan iki katlı çok güzel bir ev. Yokuşun bitişindeyse bir nalıncı vardı. Yokuşta mütemadiyen at ve at pisliği olurdu. Hiç dikkat etmemişim atlara, şimdi farkediyorum. Güzel, heybetli, pırıl pırıl bir at resmi yok hafızamda. Yalnızca yazın kurak sıcağında, at pisliği kokusuyla şenlenen yokuşu, nalıncının her bir vuruşunda kırpıştırdığım gözlerimi hatırlıyorum. Yaşlı, kısa ama düzenli bir sakalı vardı nalıncının. Tahtadan bir kapısı vardı yerinin. Belki bir metrekare bile değildi.

Elindeki yemek kaşığıyla masaya vuruyor çocuk. Her vuruşta gözlerimi kırpıyorum.  Ve aklıma bu tuhaf, sıkıcı çocukluk anları geliyor. Nedense iki ay yaz yaşayan memleketimin meşhur soğuk günleri değil, kötü sıcaklı yazları.

Ağrıyan elim kolum, aranılan hastalık, sıcak, terlemeler, gözümü alan güneş..

Mersault'yu cinayete sürükleyen haklı neden ya budur ya da aklındaki ilk anıyı hatırlamaya çalışmak. Nalıncının bununla ilgili olduğunu sanmıyorum.

16 Ağustos 2016 Salı

Akmamak için kendini tutan suyu gördüm. Eğer su iyi alışmış ise, sizin suyunuz ise, sürahi kırılarak dört bir parçaya ayrılsa da su etrafa dökülmez.
Yalnızca bekler ki kendisi yenisine konulsun. Dışarıya dökülmeye çalışmaz. 
H. Michaux 

insan bazen su'dur.
belki de değildir.

14 Ağustos 2016 Pazar

13.

6 sene sonra yine tüm tip kadınları inceleyip "ben bu da değilim" diyorum.
hala bir yerim yurdum yok, yersizyurtsuzlaştırılmış bir kayıbım.
hala gülen bir yüzden çok yazılmış bir cümle daha çok etkiliyor beni.
daha gaddarım. daha acımasızım. insanlardan kaçmıyorum artık. yok saymayı öğrendim belki biraz.
kafamda bir disütopya yazılıyor. kelimelere dökebilmeyi isterdim.
tüm intikamını yazdığı romanla alan o adam gibi ben de başarılı olurdum belki.

havaya küfürler savurmak istiyorum. etkisiz.
avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. etkisiz.
senden nefret ediyorum. yeryüzüne gelmiş en rezil insansın. seni bodrum katıma bağlayıp işkence etmek isterdim on yıl. hahah. işte bu komik. 

bazı şeyler üzerine itinayla susulmalı. bunu biraz başarınca fenafillah sana eriyor.

bak f. seninle konuşmak bulutların içinden serinleyerek geçmek gibiydi. kendimi, anlatmak zorunda olmamama ve anlatacağım her şeyi biliyor olmana rağmen anlatmak isterken buluyordum. üzerinden 6-3-1 seneler geçmesine rağmen yıkıldığında altında sızlayan kemiklerimle buldum kendimi. bir arkadaşın asla yapmaması gereken şeyleri sana neden öğretmediklerini bilmiyorum. yoksa gözlerin güven kelimesini bulamadı mı? 

hay ben sizin gözlerinize sıçayım.




çocukluk hayal kırıklıklarıyla biten bir dönem. ne kadar hayal kırıklığı o kadar yetişkinlik. "çok büyüdüm" demek "sandığım gibi olmadığını öğrendiğim o kadar çok şeyle karşılaştım ki!" demek esasında. bir füzenin katmanlarından kurtulması gibi, sonunda kalan belki işe yarar ama olağanca heybetinden uzak, çırılçıplak.

sınırı çizerken yanlış yerden başlandığında doğru yere gelinmiyor. doğru yere gelmek amacı yoksa zaten önemli değil fakat şimdi kalkıp kendi duygumu besleyecek bana doğru koşan bahaneleri buyur etmek yerine, belkileri arıyorum, ve acabaları, kendi ayakkabılarımdan çıkıp başkasınınkilere giriyorum. ben hiç kendimden başkasını düşünmedim ki. hiçbir duygu yüce olmadı ki benimki hariç. hiçbir manalı düşünce üretilmedi ben kabul etmiyorsam. ben nelere kızdım şimdiye kadar. duygularım çıkarlarımın önüne de geçse yüceydiler.



aklım almıyor. aklım alsın istemiyorum. ya ben körüm ya da etraf kapkaranlık. tüm yaşanmışlık üzerinden geçilmesi gereken bir eskiz mi? bunu öğrenip geriye dönüldüğünde asla yeterli vakit bulunamaz tamamlanmaya ve de asla vakit kalmaz yeni şeyler çiziktirmeye.

pekala. başlangıçta söz yoktu. yazılmış sesler vardı. onlar olmasaydı burada bu konumda olamazdık. düşlemek dahi yazabilmekle ilgili. bu yüzden çok yüce. bu yüzden tanrı kutsal kitaplar gönderiyor. kutsal sesler göndermiyor. kutsal sözler de, onlar kitap. yazılsa da kitap yazılmasa da kitap.

başlangıçtaki duygumdan hızla uzaklaşıyorum. anlık öfkelerim bir kaç saniyelik can acıtma planlarına sebep oluyor. bir el sallamasıyla yok ediyorum. zaman satın alınan birşey olsa bir kaç ay alırdım, acil.

tüm inancımı kıran tüm yüce dostlarıma... yazacak başında. bunun anlamı bela veren tanrıyı o kadar kızdırın ki, sizi aklınızın bir kısmından ayırsın, onu gözünüzün önüne ama ulaşamayacağınız yere koysun. siz de kalan aklınızla her gün delirin.

sakinleş.

yazmaya başladığımda saat sabah 10 civarıydı. şu an 18:54.

keşke insan düşünmeye ara verebilse. 



13 Ağustos 2016 Cumartesi

çok eski bir alışkanlıkla paniğimi buralara dökebileceğimi düşündüm. gün o kadar sıradandı ki aslında. sabah gördüğüm bir cümle içimi allak bullak etti önce. sonra bunun sebebinin bir inanç olduğunu fark ettim. tüm kızgınlığın üzerine yığıldığı bir inanç. ve üzerine gittim.

gitmemeliydim.

elimde bir sürü cümle var. ben sadece bakıyorum. hiçbir anlam ifade etmiyor. okuyorum. düşünüyorum. anılar gelip gidiyor ve sadece ama sadece "neden" diye sorabiliyorum. gözlerim doluyor, neden, diyorum, çaresiz kapana kısılmış gibi hissediyorum. neden bugün, onu da bilmiyorum.

sallanıyor. tüm gerçeklik ve geçmiş.
bir karga olsam uçar giderdim uzaklara biraz.

daha uzun yazacağım. toparlandığımda daha uzun olacak. tüm bu olanları toparladığımda daha uzun.

5 Ağustos 2016 Cuma

bir süre oturduğum yerde öylece kalmış halimden ayıldığımda, bu isteksizliği nereye kaldırmam gerektiğini düşündüm. okuduğum kitabın gidişatı, yaşadığım hayatı benim için daha endişeli hale getirmekten başka hiçbir şey yapmadığından, onunla göz göze gelmekten kaçınıyorum. eski dergilerin kitaplıkta mahsun durmalarıyla hiç ilgilenmiyorum. okunacak makaleler, denemeler hepsi uzak ihtimaller. bir kaç gün önce indirdiğim filme altyazı aramaya gücüm yetmeyecekmiş gibi hissediyorum. etrafta serseri dolaşmak günüme düşünecek birşeyler katmadan yaşamak hali şu an yetmiyor.

-yazmayı bırakıp aşağı indim. limonlu cevizli kek yapıp çay demledim. bu sırada hava karardı gök gürledi, yağmur yağdı ve hava tekrar açtı. ortalığı toprak kokusuna karışmış kek kokusu sarınca ben tüm can sıkıcı şeyleri unuttum. bilinci oyalayan, aldatan, şaşırtan, dikkatini dağıtan şeyler sayesinde hayatta kaldığımıza iyice ikna oldum.-


bir kaç tane kitap siparişi verdim. balkondaki salıncakta sallanırken öğleden sonraları okurum diye. ne sınavlar umurumda, ne tez, ne doktora şu anda. kısa süre sonra paniklemeye başlarım. haber de veririm. şimdilik böyle olsun.


29 Temmuz 2016 Cuma

"sen kendine yetmiyorsun hiç kimse sana yetmiyor
birini bitirmeden aklın öteki yolculukta"


bazen son goku'nun bulutuna sahip olsaydım keşke diyorum. o buluta sadece kalbi temiz olanlar binebilir. kalbi, evet. 

ellerim.. ellerim.. 

"ellerim kırılsa ben senin için bu şiirleri yazmasam"

dünya bir kaç saniyeliğine durdu. ne yapmam gerektiğini, ne yapacağımı bilemediğim bir kaç saniye. eflatun gözlerim olduğunu sanıyordum. yokmuş. ay ışığında dans edebileceğimi sanmıştım, olmadı.

ellerim kırılmadı. şair de değilim. 

işte realizmin acımasızlığı. sahne değişip de yemyeşil bir kırdan simsiyah bir şehre dönüştüğünde dünyanın durmadığını hatırlıyoruz. 

zaten goku'nun bulutu da bende yok, ayaklarım yere basıyor. 

olsaydı güzel olurdu. olmadı. 

iki gündür traffic diye bir filmi bitiremiyorum. kafamdaki sesler sustu, bitirebileceğim. 
tek tesellim bu. 

-goku'nun bulutunun adı da kinto-un'muş- adamın yaşadığı maceralar, 
sahip olduğu yetenekler yetmiyormuş gibi bir de bulutu var. 
büyüyünce de çok çirkin olmuştu zaten. 
yazıklar olsun bu düzene. 



28 Temmuz 2016 Perşembe

bugünlerin bazı tarifleri var, huzurlu, sakin, güvenli, tasasız, rahat!
uçuşan perdeler, alışıldık kokular ve sesler, çevrilen sayfalar, akılda tutulan hikayeler, tutulamayanlar, karıştırılan okunmuş romanlar, bakınca tüm ilk gençliği hatırlatan kitaplık, anne iltifatları, baba gülmeleri.
dağlar arasındaki yollar, dağ manzaralı oda, dağa akşam üzeri gelen kargalar, dağdan inen tilki, dağın üzerinde yükselen ay.

video kamera almak için para ayırdım kenara.
hepsi bu.


23 Temmuz 2016 Cumartesi

kişiler

"beyfendi 

kocaman parmakları, yüzünden sarkan bir iki uzun sakalla oynayıp duran, suratsız fakat anlaşılmayan bir şekilde neşeli, sürekli birşeylere odaklanmış -ya bir kitaba, ya bir olaya, ya zihnindeki bir anıya, ya bir hayale- sürekli dikkatli bakan bu adam ömrünün yarısını bir masanın arkasında kendisine uzatılan evrakları imzalayarak geçirdi.

yardımcı kadın

evin hanımefendisi henüz çok gençken, belki evleneli bir kaç sene olmuşken eve gelen aydınlık yüzlü bu kadın kendini evde yabancı hissetmezdi. oranın bir parçası hatta önemli bir parçasıydı. beyfendiye olan düşkünlüğünü hiç gizlemezdi. hanımefendinin buna neden göz yumduğu masaya yatırılacaktır fakat yardımcı kadının asla haddini aşmadığını söylemeliyim. gençliğinde neredeyse beyaz olan sarı saçları artık bembeyazdı. başına ensesinden bağladığı örtüden kaçmak için çok çabalamış gibi yorgun dökülürdü bir iki tel, alnına.

küçük bey

yapayalnız ve şımarık bir çocuk olmaktan son anda, evin getir götür işlerini yapması için evlat edinilen yaşıtı sayesinde kurtulmuştu. kocaman bir adam olduğunda bile bu şekilde çağrıldı. ve belki de sırf bu yüzden, dikkatli bakıldığında görülen bir çocuk taşıdı yüzünde hep.

evlatlık

kimine göre iyi niyetli, kime göre kolaya kaçan ailesinin, kimine göre hayatı kurtulsun diye, kimine göre üzerlerinden yük kalksın diye beyfendiye verilen çocuk, geldiği ilk günden beri sanki 30'lu yaşlarında bir adamdı. küçük göz yuvalarından etrafa kocaman bakışlar fırlatırdı. kimseyle hiçbir zaman kavga etmedi. kendisinden bir şey istendi mi ikiletmeden yapardı. hanımefendiyle arasında sanki bir çeşit aşk vardı. ona bakarken ister istemez gülümser, bu gülümsemeye anında karşılık alırdı."

işte bir hikaye için gerekli olan tüm kişiler burada. ama hanımefendi yok. hanımefendi bu insanları hikaye yapacak cevher. o hep burada fakat kayıp. herkesin üzerinde gölgesini salıp saklanmış. burada kişiler var, hanımefendiyi bulunca burada bir hikaye olacak.

sayfa bilmemkaç. 

21 Temmuz 2016 Perşembe


wong kar-wai güzellemesiyle... hem de bu kez chungking express'le değil, in the mood for love.





20 Temmuz 2016 Çarşamba

"Modern hayatın çökmesini ve her yeri yabani otların kaplamasını sabırsızlıkla bekliyorum."
Miyazaki 



tanrım alınmazsa, keşke hayao miyazaki çizseymiş beni.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

darb.

...

palamut almış eve dönüyorum. yağmurlu, puslu bir hava. balıkçılar çarşısından geçerken kahveciye uğrayıp limonlu akide alıyorum, bir iki tane de badem ezmesi. öyle huzurlu, o kadar mutlu bir rüya ki.. evimde büyük ihtimalle sıcacıktır, güzel kedim beni kapıda karşılar, radyoyu açar, evimizin keyfini çıkartırız.

...


bu sabah saat 5 civarı artık uykuya dalabildiğimde gördüğüm rüyanın bu kadar güzel olması öyle tuhaf ki, insan bilinci, ötesi arkası, nasıl çalışıyor... canlı yayınla ankara'da patlayan bombaları korkuyla, endişeyle izlerken kavuşmuştum uykuya...

4 Temmuz 2016 Pazartesi

ardından..




belki de bana sinemanın ne olduğunu, özgünlüğün ne olduğunu, anlatılmak istenenin sessizlikle nasıl anlatılacağını öğreten adam bu dünyayı dün terketti. dokunmadığım birinin ölümüne daha önce hiç bu kadar üzülmemiştim. sanki bir parçam kopup gitti, özel bir yerlere sakladığım, usul usul sevdiğim parçamı koparıp aldılar. halbuki daha bir kaç gün önce kutlamıştık doğum gününü.

şüphesiz gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerden biri, iran sinemasını iran sineması yapan, nicelerinin esin kaynağı, çoğumuzu sanatına aşık eden adam, Abbas Kiyarüstemi, huzur içinde uyusun. Tanrıdan ricamdır.

her şey için teşekkürler, güzel gözlerin güzel zihnin için.








29 Haziran 2016 Çarşamba

-I-

                                                                              çok uzun değil, yalnızca bir an, hissediyorum delirmeyi. sonra gayri ihtiyari toparlıyorum kendimi. akıl yüceltildiğinin çok altında, kopup gitmeye hazır, yanılmaya meyilli. bunca övgüyü niçin hakettiğini hiçbir zaman anlayamayacağım.


                                                    bu ışıklar bizi aydınlatmıyor. işte şu koca gökte asılı duran ateş topu, kapkaranlık içimize fayda etmiyor. battıkça batıyoruz o kopkoyu çukura. umut, yardım eli uzatmış bir akbaba.

                             beni alın bu biz'den. zaten hiçbirini tanımıyorum. ki ait değilim bulundukları yerlere. örümceklerden korkmak insanı mahkum etmemeli buraya. kapalı kapılardan ve üzerinden geçen uçaklardan korkmak da. ve öldükten sonra defterlerinin açılıp okunmasından korkmak da. ve...


                 şu bulunduğum yere gömün beni. kıpırdamak istemiyorum. aklımı da zengin bir deliye satayım. hala gördüğüm karartıları kedi sanıyorum. hala yatakta temkinli hareket ediyorum ayağımın dibinde uyuyor diye. böyle işe yaramaz bir akıl, ancak hiç olmayanda değer görür.


bu kadar.

25 Haziran 2016 Cumartesi

uyuyamıyorum ve uyanamıyorum. ikisi arasındaki salıncakta sallanırken bir şeylere şahitlik ediyorum. kimsenin de varlığımdan şüphesi yok. bu iyiye işaret.

belki de değil.

Faust: Yüz bin kişilik deliler korosunun bir ağızdan konuştuğunu duyar gibiyim. 


24 Nisan 2016 Pazar

eksik

titremek yanılgıdır, sıcak olduğuna inanmadığınız şeyin sıcaklığını hissetmezsiniz. ben de buraya kapatıldığıma inanmıyorum. özgürüm. çünkü kuşlar içimde uçuyor. hem yağmurlar yağıyor. arada yıldırım da düşüyor: yanıyorum, fakat bu yaşadığımın en güzel belirtisi değil mi? avunmak? hayır. bunu anlamanız için kendinize dönmeniz gerek. gerçekten dönmeniz. ben kimim, sorusunu samimiyetle sormanız gerek. ben sordum. çok uzun süre düşündüm. simsiyah bir saç telinin bembeyaz olmasına kadar geçen süre boyunca düşündüm. artık biliyorum. bilmeme konulan isimler var. ermişlik, delilik ve durduğu noktada çıkara hangi başlık uyuyorsa. ve bu başlıkların çıktıkları zihinler henüz birer cenin. siyahın bütün renkleri barındırdığını söylerler. hayır. siyah diğer renkleri hapseder, yok eder. varlığına izin vermez. işte bu zihinler de simsiyah olanlar. benim üzerime niçin düşünüyorsunuz, başkaları üzerine niçin düşünüyorsunuz. işte ayna orada. bakın! bakın... bakmayacaksınız. ben baktım. gördüklerim zaman içinde değişti. bazen yok oldu. bazen yokluğun var olmadığına inandım. bazen varlığın yok olduğuna. zaman görecelidir. yaşamda gerçek olan tek şey bu. bana baktığınızda gördüğünüzle bana baktığımda gördüğüm aynı şeyler değil. ve işte 1867 yılında doğmuş bir kadına aşık olabiliyorum. gözlerini öpebiliyor, ellerinin sıcaklığını tenimde duyuyorum. gözlerim açık ve sinir hastası değilim. zaten sinirler hastalanmazlar, ölürler. onlar ölünce insan da ölür. ölü değilim, sinirlerim de öyle. buradayız. o kadın ve ben. fakat bu konu başka bir hikayenin meselesi. şeylerin ait olmadıkları yerlerde durmalarına itirazım yok. zaten ait olmadığı yerde durmak neyin haddine! fakat bir gülümsemeyi ait olmadığı bir yüze yerleştirebilirsiniz. ya da ait olmadığı zamana bir ağlamayı. işte burada bir kırılma gerçekleşir. masumiyetin kırılması. o zaman anlarım ki kararttığınız aynada gözleriniz hiçbir şey görmüyor, baktığınız yüzde bir etki arıyorsunuz yalnızca. beğenilme, şefkat gibi etkiler. bulursunuz da, tıpkı sizin aynanız gibi karşınızdakinin aynası da. fakat pek tabii hayatın kilidi ilişkilerde değil. hayatın kilidini aramayasanız diye ilişkiler uydurulmuş, gözlerinize sokulmuş. kulağınıza fısıldanan soruları sormuş, önünüze konulan cevapları bulmuşsunuz. ne yazık. ne zaman da biri soru bu değil! dese, ağzına kilit vurmuş, alnına etiket yapıştırmışsınız. artık üzülmüyorum. üzülecek birşey yok.

19 Nisan 2016 Salı

vakit tamam

Harry Clarke, Faust'un 1925 yılı baskısı için çizimi.

metrodayken bir zamanlar yaşadığım her anı o anda yazmaya başladığım dönemi düşündüm. yazmazsam eksik kalırdı. bir şekilde beynimde tekrar ediyordum anları. yaşamımı bir adım geriden kendi cümlelerimle takip etmek belki yeniden yerleştirmekti yaptığım. bundan keyif alsam da ortaya hep temelinde acı dolu metinler ortaya çıkıyordu. şimdi, üzerinden bir iki seneden daha fazla geçmeden alışkanlıklarımın nasıl yok olduğunu görüyorum. bu bir aydınlanma değil, o zamanlar başkalarının yaşamına karşı duyduğum umarsızlık kendi yaşantıma da bulaştı. anlarımın kutsaliyetine artık inanmaz oldum belki. en son iki gece önce belki beş dakika boyunca zihnimde duydum cümleleri. herşey yerli yerinde bir ben değilim. bulunduğum ortama ait değilim. masanın üzerindeki şarap lekeleri de elini tuttuğum adam da dinlediğim müzik de esen ılık rüzgar da bana ait değil. 

bazı kitapların -elbette diğer bazı şeylerin de- zamanları vardır. zihnin olgunluğu yeterli değil, zaman gerekir dolayısıyla yaş. bir heyecanla "bana bu kitabı tavsiye ettiler aldım okuyacağım" diye gelen insanları, belki büyük bir gaddarlıkla "hayır okuyamazsın, o kitap için hazır değilsin" diye cevapladığım çok olmuştur. ama bu kendim için de geçerli. elim ne zaman proust'a gitse aynı tepkiyi verdim bir zaman. joyce için hazır hissetmedim epeyce. faust ise yana yakıla uzak durduğum kitaptı. faust filmleri izledim hakkında yazılanları okudum fakat bir türlü o cesareti kendimde bulamıyordum.

neden bilmiyorum, bir anlık cesaret, geçtiğimiz gün elime faust'u aldım.
sanırım üçüncü sayfadayım. her bir cümle uzayıp bir kaç yüz sayfa oluyor zihnimde. hissettiğim duygu -hayranlık çok eksik bir kelime- burnumun direğini sızlatıp gözümde yaşlar biriktiriyor. içinde bulunduğum durumu anlatabilmekten acizim.

metrodayken, daha sonra, bunun neden gerçekleştiğini sordum kendime. nasıl oldu da faust'u elime aldım.

....

nietzsche merkezli bir tez yazmaya başladım. nietzsche'yle bunca içli dışlı olduğum bir zamanda goethe'ye bulaşmak akıl karı değil bence. ama bir şekilde çaresiz bir yönelim gibi, bir mecburi istikamet. walter kaufmann'ın insanı anlamak II olarak çevrilen kitabının önsözünde nietzsche'nin goethe'yle nasıl bir ilişki kurduğundan bahsediyor. bir tokmak başıma iniyor ve ben elimdeki bu iki adama bakıyorum. stefan zweig'ın insanlığın yıldızının parladığı anlar kitabında goethe'yle ilgili yazdığı bölümü anımsıyorum. işler daha da karışıyor.

.....

şu anda elimde olan adamlar bunlarken ben günde en fazla bir kaç cümle ekleyerek, olaylardan ibaret basit mi basit bir öykü yazıyorum. bu benim kaçışım oluyor, sorgulanmadan akan zamana katılışım oluyor. nefes alıyorum. aslında herşey bu kadar basit, korkma, diyorum kendime.

bu basitliği bir de süheyla kedinin kumunu temizlerken yaşıyorum.
yedik içtik, sıçıp gidiyoruz.


4 Nisan 2016 Pazartesi

nisan değişimleri


filmi izlediğimden beri, ben nelerin kıyısından dönüyorum acaba sürekli, diye düşünüyorum. hayat birşeyler için izin vermiyor bize. hatta bunların farkına bile varmıyoruz. o kadar safız ki koca devran karşısında. sürüklenip duruyoruz. biz derken, ben yani. sizi tanımıyorum yoksa.

bazı şeyler fırsat olarak tanımlanıyor. mesela bugünkü iş görüşmem. geceden beri kendimi gitmeye ikna etmeye çalışıyorum. umarım ikna olur ve giderim. birşeylerin değiştiğini hissediyorum ve o görüşmeye gidersem, kabul edilmesem bile, birşeylerin değiştiğinin kanıtını görmüş olurum.

bunu ne kadar istediğimi bile bilmiyorum.

en son c.'yi ilk tanıdığımda hissettiğim duyguyu onun yüzüne bakarak özlüyorum. birşeyler anlatıyor ve umurumda değil. canımı yakamıyor oluşuna üzülüyorum çünkü biraz ihmali bile beni paramparça edebiliyordu. şimdi... şimdi çok yabancı. keşke böyle olmasaydı.

koskocaman bir romana başlamak istiyorum. çok güzel bir insandan hediye 4 ciltlik "ve durgun akardı don" bir yanda, ilk gençlik zamanlarımda ismiyle sarhoş olduğum uzun süre almak istediğim sonra kardeşimin hediye ettiği "monte kristo kontu" diğer yanda; bana "biz iyi tercihleriz" diye göz kırpıyorlar.

haziranda eve gidip ekimde dönme planımın tek kusuru süheyla. nereye bırakacağım değil de onsuz nasıl yaşayacağım. onca yolu beraber gidemeyiz de.. keşke bunun için bir güzel çare bulunsa isviçreli bilim adamları tarafından.

böyle şeyler ve daha niceleri..


29 Mart 2016 Salı

sabah sabah.

sırt sıvazlamak çok eski bir gelenektir ne yazık ki şu sıralar kimse kimsenin sırtını sıvazlamıyor.
mesela midesi bulanan birinin kimse sırtını sıvazlamıyor, kim birinin kusmasına yardımcı olmak ister, artık kimse. sonra sarılınca da elleriniz hep sabit, aslında sıvazlamak gerek. ağlayanın ve gülenin de. ama sıvazlamıyorsunuz. inatla yapmıyorsunuz bunu ve güneş doğuyor. inanamıyorum!

evin içinde garip garip dolaşıyorum çünkü süheyla kedi delirdi. çünkü sabah 7'de mama kabını kaldırdım. çünkü iki saatte inanılmaz açıkmış galiba ama ne yazık ki daha çok saati var. sinirlerim bozuluyor çünkü onun kan alınma işlemi oldukça gergin bir şey. kaldı ki akşam gidip gömülü 20'lik diş aldırma operasyonuna adımı altın harflerle yazdıracağım ve bu bir adet tuz biber. stresliyim ve çaresi yok. ve en kötüsü kimse sırtımı sıvazlamıyor.

sabah sabah çok acayip planlar yapıp 4 ay kadar memleketime gidip inzivaya çekilmeyi düşündüm. ve şu an tek düşündüğüm bunu ne kadar erkene alabileceğim. allah allah. bir yerde bir saçmalık var ama süheyla'nın ayaklarıma dolanmasıyla ilgili olduğunu sanmıyorum.

nietzsche ve hayatıyla bu kadar içli dışlı olmak bana pek iyi gelmedi galiba. emin değilim. onun o keskin ve buna rağmen zaman içindeki değişken tavrında kendimi görüyorum. sonra bir kediye sarılıp delirdiğim anı düşünüyorum. ah ne kadar da nietzsche'yim kimse bilmiyor.

pencereleri açın da hava gelsin azcık.


29 Şubat 2016 Pazartesi

her şeyin yolunda gitmesi, belki iyi değil ama bir şekilde yolunda gitmesi bir insanı ancak bu kadar aptallaştırır. kötü birşey yok mu şimdi, hiç mi yok, dert var mı azıcık, bünye alışmış istiyor tabii. yok ama.

tez yazmaya başladım. cümle beni güldürüyor. gerçekten mi başladım? başladım evet. hem radikal bir kararla onca senenin emeğini bir kenara fırlatıp bambaşka, taptaze bir konuyla tez yazmaya başladım. fransızlardan almanlara kaçtım. foucault'yu bırakıp nietzsche'ye fazlasıyla alışmaya başladım.

kana kana kitap okumalarıma kavuştum. gece gördüğüm akıl almaz rüyaların sayısı azaldı. ilaçları da kaldırıp attım. grip oldum, galiba süheyla da üşüttü. bugün iki kere ateşinin yükseldiğini farkedip telaşlandım, güzel bir çiçekmiş gibi patilerini ıslattım, tabii o bunu böyle romantik karşılamadı.


anne babamın evin içinde olmalarının keyfini kaçıran tek şey bir kaç güne gidecek olmaları. güzel gidiyordu. ne güzel gidiyordu.

 ailemizin yeni üyesi v.'nin hediyesi menekşeyi sularken zaman dursun istiyorum. her şey bir anda uzun bir bilge karasu cümlesi haline gelsin. ben şeylerin iyi olduğunu kanıksayınca da devam edelim.

bahar bahar.

2 Şubat 2016 Salı

iki şubat.

mutlu olduğumda yemek yaparım. sinirli ve sert bir hüzün yaşıyorsam temizlik yaparım.
sabahın koşuşturmasından yorgun dönerken aklıma güzel bir yemek geldi. babannemin öğrettiği daha hiç yapmadığım. bir iki malzemeyle eve dönüp de yemeği yaptıktan sonra bir an bugünün şubatın ikisi olduğunu düşündüm.

2 şubat babannemin doğum günü.
doğum günlerinde ona aldığım hediyeleri gerçekten beğenip beğenmediğini hiç bilemedim, hiç anlamadım çünkü hep kocaman bir mutlulukla karşılıyordu. kullanacağı bir şeyse hep üzerinde görürdüm, evi içinse hep baş köşeye koyardı.

ağbimin evinde gördüğüm o gümüş-bordo kutuyu mesela, ben almıştım. vitrininin en güzel yerine koymuştu. banyo takımı hep aynanın önündeydi.

küçücük çocuk aklımla "babanne bu yüzüğünü çok seviyorum" dememi unutmayan, yıllar sonra dünyadan göçerken o yüzüğü bana bırakan naiflikte bir kadından bahsediyorum. onunla ilgili anlatacağım ne çok şeyim var, ne çok anı, ne çok görüntü, ne çok.. bazen sanki aradığımda telefona çıkacakmış, başta yorgun gelen sesi dakikalarca konuştuktan sonra canlanacakmış gibi hissediyorum. hala ondan geriye kalana artık çok da fazla benzemeyen evine girerken yüreğim parçalanıyor.

ben kimseyi ağlayarak uğurlamadım. hiç bir mezar dokunmadı bana böyle. hala o toprağın altında bütün güzelliği, bütün zarafeti ve ömrü boyunca göstermekten hiç çekinmediği kocaman sevgisiyle yatıyormuş gibi...

işte bunların hepsini düşününce kendimi harala gürele evi temizlerken buldum. haftalardır dokunmadığım her yer tertemiz oldu. süheyla'nın tek tüyü kalmadı halılarda. mutfak baştan aşağı çamaşırsuyuna bulandı.

makine bitsin, yatacağım.


22 Ocak 2016 Cuma

Ömür Hanımla Tanışmak

hayatta tattığım en güzel duygu bir şeyler okurken içimde duyduğum heyecan. o sözcüklerin milyonlarca kombinasyonu var ama bir şekli öyle bir haz veriyor ki, kalbim ağzımda atıyor. keyiften delireceğim, kaybedeceğim aklımı. nasıl yarabbi, diye haykıracağım geliyor, nasıl bir el yazar bu kelimeleri böyle, nasıl bir kalpten çıkar, zihinden geçer?! bunu nasıl kavrayayım? öleceğim mutluluktan.

vurdum duymazlığı ruhumda hissedip, kocaman bir oh çekip, nefes aldığım, "bak aynaya, bak, sahip olduğun tek şey!" diye kendimi azarladığım bir akşam çıkıp da karşıma geçiyor Ömür Hanım. onunla konuşan benim! kim olabilir, elbette benim! ölesiye mutluyum! insanlar değil mühim olan çünkü, sözcükler! haklılar, başlangıçta kesinlikle söz olmalı! böyle bir oluşu doğuran elbette söz olmalı! söz söyleme isteği, sözü dinletme isteği olmalı! 

içimin hezeyanları döktüğüm bir insan bir anlık sessizliğimde, ee, Ömür Hanım, bitti mi bu konuşma, diyor. Ömür Hanım da kim? işte burada! 

ah beni bu dizelere gömün. beni güzel şairlerin dizelerine gömün! yok ölmeyeceğim, dersem, aklımdan bir kere bile geçirirsem ne olayım! beni bu şiire gömün!



ÖMÜR HANIMLA GÜZ KONUŞMALARI

...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını 
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var 
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. 
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir 
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce 
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, 
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir 
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür 
hanım? 


Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı 
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek 
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, 
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, 
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir 
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa 
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı 
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların 
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik 
olur tükenmek değil de? 


Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin 
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz 
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından? 


Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır 
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü 
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. 
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın 
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. 
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük 
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın 
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik 
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi 
öğrendik böylece. 

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. 
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. 
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık 
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır 
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut 
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka 
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi 
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa? 


Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, 
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni 
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım 
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi 
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice 
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya... 


Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının 
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla 
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek 
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin 
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir 
Ömür hanım? 


Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni 
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, 
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım 
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım 
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş 
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem 
hangi gözle? 


Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? 
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden 
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini 
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü 
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi 
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne 
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten 
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor 
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... 



Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun 
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. 
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik 
sesten -hele de güncel ve kof-  her zaman iyidir; düş gücü, 
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o 
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin 
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık 
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, 
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, 
bizi değişmek çirkinleştirir de. 


Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir 
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz 
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı 
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, 
ne yerinde ne yersiz...

 
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı 
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; 
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar 
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir 
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir 
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, 
bu ezbere yaşamla. 


Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar 
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir 
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla 
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, 
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün 
acıların anasıdır, de... 


Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler 
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.

 
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi 
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun 
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi 
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, 
kurşuni-külrengi mi yoksa? 


Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil 
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir 
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim 
değil mi? Kim ne diyebilir ki?


Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. 
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş 
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim 
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir 
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, 
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü 
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.

 
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak 
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir 
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, 
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş 
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, 
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?



Ankara, Güz/1983
ŞÜKRÜ ERBAŞ

17 Ocak 2016 Pazar

dünyanın en güzel manzarası gibi karşımda duruyor, koltuğun üzerine bıraktığı bitmiş sigara paketi, tabağa söndürdüğü son iki sigarasının izmariti ve çay bardağı. iki gündür öylece duruyor ve ben varlığının kanıtı olan tüm bunlara asla dokunamayacakmışım gibi hissediyorum. işte benim küçük masumiyet müzem.

ömrüm boyunca hayalini kurduğum adamın evimde bıraktığı izleri yok etmeye beni ne itebilir? hem yeni izler yaratması mümkün değilken... bir gün sonra bile ayılamadığım sarhoşluğumda tek hatırladığımın bir kez bile bakamadığım gözlerinin olduğunu kim unutturabilir? kendimi karşısında ne kadar aciz hissettiğimi, bunu ona söylerken düşüneceklerinden hiç çekinmediğimi, onu adım gibi, avucumun içi gibi bildiğimi kim unutturabilir? aylardır aklımın, fikrimin onun işgali altında oluşunu nasıl yok sayabilirim?

devam edemediğim için ona gittim, peki ona bu kadar yaklaştıktan sonra nasıl devam edeceğim? bu kadar imkanlıyken imkansız oluşuna kendimi nasıl ikna edeceğim?

çocukluk fotoğrafını gördüm. tatilde, hani şu yazıda bahsettiğim çocuk vardı ya, gerçekten de benziyormuş.

ne yapacağım? sahiden...

13 Ocak 2016 Çarşamba

saatlerce bir evde nazan öncel-göç albümü çalmamalı. bu bünyeye iyi gelmiyor.
keşke biraz devrim yapsak.


 

12 Ocak 2016 Salı

uzun uzun yazarak içimi döktüğüm zamanları özlüyorum. artık yazma yeteneğimi de yitirdim. neden? neyi yanlış yaptım? neden bu kadar savunmasız ve çaresiz hissediyorum kendimi? neden içini nasıl dolduracağımı düşünüp heyecanlanarak yaşadığım yalnızlık şimdi bana dayanılmaz geliyor? konuşmak için neden insan arıyorum durmadan? iyi değilim, hayır hiç iyi değilim.

kontrolüm dışında değişiyor herşey. hiçbir zaman kontrol delisi olmadım. ama şu anda akıl almaz geliyor tüm olanlar. ne zaman sınav kaçırdım ben, ne zaman vurdum duymaz oldum bu kadar okul konusunda? hiçbir zaman. ne zaman bu kadar zayıf hissettim kendimi, hiç. pencereye vuran, parçalanan, akan yağmur damlaları gibi serserilik yapmak isterdim. bu çaresizlik beni yok ediyor.

bazı samimi şeyler arıyorum etrafımda. geçici olmayan. tuttuğum zaman elimden kayıp gitmeyeceğini bildiğim şeyler. hiç mi yok? sigaram sönüyor ve ben tüm hissizliğimle ucunda tüten dumanın kaybolmasını bekliyorum. bir can gerekli, bir ışık. sonsuzlukta kaybolsa da benim içimde can bulacak bir ışık. perişanım.

içim acıyor. elimden hiçbir şey gelmiyor. gözlerimin kapalı olmasından yorgun düşüyorum, ama açtığım zaman hiçbir şey görmek istemiyorum.

bunun bir sonu olmalı. bir bitiş olmalı. gele gele bir uçurumun kenarına gelmeliyim. o animasyondaki gibi kendimi aşağı bıraktığımda uçuyormuş gibi mutlu olmalıyım.

...
yusuf'un bir süre ordan burdan kafasını uzatıp lafa girdiği zamanlar gibi şimdi de kendimi osman'ın nerede olduğunu düşünürken buluyorum. yazmaya çalıştığım karakterlerin hayatıma nüfuz etmesi, okuduğum karakterlerle gerçeklermiş gibi konuşmam gibi.

akşamüzerlerini hiç sevmem. bu karanlıkla aydınlık arası zaman bana sadece bulantı gibi geliyor. ya da ben bu aralar sürekli bulanıyorum. belki biraz hareket etmem gerekir. içine ihtiyacım olan herşeyi doldurduğum yatağımın dışına çıkmalıyım. uyanmama engel olan antidepresanları bırakmalıyım. biraz da bulantıyı gün ağarırken yaşamalıyım.

ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.
keşke biraz mektup alsam.