27 Ekim 2018 Cumartesi

Hiç deniz utanır mı ıslaklığından?


“Şunu derim ki, dünyada yaşayan tek bir kişi bile kaldıysa ölüm kurtuluş değil dedikodudur nihayette.”
Şule Gürbüz


“Elazığ mı Diyarbakır mı?”
Daha önce böyle bir soruyla karşılaşmamıştım. Elazığ da güzeldir elbette fakat Diyarbakır’ı gözlerimle gördüm. İnsan gördüğüne yakın duyar kendini. Yokuşu çıkarken sağdaki camdan, hemen hemen bu saatlerde sarkan ve gelen geçene ne kadar geç olduğunu, bu saatte sokakta ne işleri olduğunu ağız dolusu söverek soran kadına baktım, yoktu. Demek geç’in de geçi.

Düşünce nedir, duygu nedir? Hangisi düşünce, hangisi duygu? Bir süre düşündükten sonra kapı çaldı. Tozlu rafların “bir daha ele alınıp değer biçilmeyenler” bölümüne giden bu sorular iğreti durdu, yerini yadırgadı, fark ettim.

Şimdi;

Duygu: Duyularla algılama, his / Belirli nesne, olay veya bireylerin insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenim

Düşünce: Uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında, kendiliğinden var olan, duyularla değil, yalnızca ruhen algılanabilen asıl gerçeklik, mütalaa, fikir, ide, idea

Platon duyularla algılanan bilginin sadeceliğini bozdu. Fakat yine de duyularla algılanan bir bilgi varsa, duygu duyularla algılamaya dayanıyorsa, bilgi duyguya dayanır. Sokrates’in gözünü seveyim. Tabii sonra modernler ve post-modernler işin içine girdi ve kafalar allak bullak oldu. Hay s*çayım!

Güzel onlu elimde, gökte asılı olan şu parlak varlık, bana düşündürüyor ki Dünya’dan çok daha güzel, çok daha alımlı, çok daha çekiciyken nasıl oluyor da galip geliyor Dünya’nın gücü? Ve döndürüyor şu kutsal olduğuna kellemi koyacağım varlığı etrafında. Yazıklar olsun düzene! Hamlet girer, isyan sözcüklerini sıralar, çıkar. Perde!

Hafta sonu paradisi ve parodisi başladı!






Vladimir: Hayal görmüş olmalısın.
Estragon: Ne dedin?
Vladimir: Hayal görmüş olmalısın.
Estragon: Bağırmana gerek yok! 

18 Ekim 2018 Perşembe

"Bakılmaz mı gözden dökülen yaşa"


Sonra bana dönüp şöyle söylüyor: İbrahim seni çok etkiliyor, neden acaba…

Gülhane’nin ortasında gözlerim doluyor. Günlerdir bir şey hissedeyim gözümden bir damla yaş düşsün bekleyişimin orada son bulması ve benim tüm dünyanın gözü üzerimdeymişcesine bağırarak ağlamak isteyişim beklenmedikti. Olmamalıydı.

Çünkü bana dönüp İbrahim’in üzerimde yarattığı etkiyi keşfetmeden hemen önce, akşamüzeri kızıllığı çökmüş gökyüzü gözlerini kocaman açarak,
“ibrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla” dediğini unutuyor. Hatta bir aralık “Tekrar eden korku cehennemdir” bile diyor. Farkında değil, uzun saatlerdir uyumamış, gözlerine çöken kızıllığın farkında değil.

Belki İbrahim, belki. Ben sahnelediği –belki en güzel- oyunun tek izleyicisiyim, bu yüzden beni kaybetmemeli.

İbrahim biz burada ve şurada, dört duvar ve sonsuz göğün altında hep konuştuk. Ben hep anlattım ve ve ben hep sana anlattım. Ve işte bugün de geveze bir maskenin ardındaki güvenle hiç susmadım. Duysan da duymasan da ve baktığım bir çift göz senin olsa da olmasa da hep konuştum. Elime bir yaprak düştü. “Bunun adı ‘Öleyazmak’ olsun” dedim. Kafamı göğe kaldırınca da “Bak şu ağacın bütün yaprakları öleyazmış” dedim. Bir gürgen ağacından bahsetti, devamlı kesileceğini söylediklerini, hiç inanmadığını, ama bir şekilde kestiklerini ve onunla bir kış ısındıklarını anlattı. Dinledim çünkü İbrahim, senin beni ne zaman dinlediğini de ne zaman konuştuğunu da bilmediğim için sustum. Alışkanlıklar cehenneminden kurtulmayı umuyorum, çünkü kalbimde kırılacak put yok, yenisini diktirmeliyim ki sen gelip kırasın.

Ah güzel Ahmet Abim gibi İbrahim, sorulan sorulara bir cevabın olmadığından mı yoksa hep beklenmesi gerektiğiden mi hiç konuşmadığını bilmiyorum. Elbette bazı şeyler biliyorum. Fakat bunlar ya acı veriyor ya da hiçbir işe yaramıyor. Bu yüzdendir ki unutuyorum. Ama kendimle gurur duyuyorum İbrahim. Sesim o kadar gür çıkmasa da aslanlar gibi savaştım. Hiçbir zaman yenilgiyi kabullenmedim, kandan da, kırıktan da korkmadım. Kendimle gurur duydum çünkü kaçış yollarını, bütün tünelleri çok iyi biliyordum, fakat kaçmadım. Ne büyük bir keyifle, muhteşem bir havada konuştum, saatlerce konuştum. Her şey kitabına ve kitabın yazarına uygundu.

Sonra akşam oldu. Olmaz sandım ama oldu.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Ağaçlar ve diğerleri


Bu bir sır değil. Bu hiçbir zaman sır olmadı. Elektrikler kesildi ve karanlıkta kaldık. Mutfak dolabında mum vardı, öyle hatırlıyorum. Elimden tuttu. Mutfağa girdik. Dikkatli ol, dedi. Mutfak dolabını açtı. Mumu buldu.

Hayır canım yanılıyorsun, bin kere tekrarı olur, insan sadece bir kere sevmez.

Kafamda canlandıramadığım bir roman okuyorum. Yarısını henüz geçmişken pes ediyorum. Kitaplığa gidip bir şiir kitabı alıyorum. Sesli okuyorum, koltuğumun altına büzülüyor,


Gün doğmuyor, yorulmuş. Nedir, diyor, yorulmuş, diyorum. Birkaç gün daha doğmaz o zaman, diyor, iyi ya biz de uyuruz.

İşin kötü yanı uyuyoruz da. Başka biri çözsün günün dertlerini.

Çünkü “Seni sevdiğimdendir gelirim ben bu yere, yanaklarıma değmeden düşer gözümün yaşı, bakarım kendim gibi kel kalmış selvilere”.

Hayır hayır, “Ah kavaklar, bedenim üşür, yüreğim sızlar. Beni hoyrat bir makasla, eski bir fotoğraftan oydular. Orda kaldı yanağımın yarısı kendini boşlukla tamamlar. Omzumda bir kesik el ki hala kanar” .


Çünkü söylenecek her şey söylendi ve bir fark yaratmadı, artık susmamız gerekli.




2 Ekim 2018 Salı

kapılar

işte başlıyoruz. kaos kaos kaos.

gecenin bir vakti kapı çalıyor. uykumdan sıçrıyorum. rüya da görüyor olabilirim. kapı tekrar çalıyor, ikna oluyorum. kalkıp kapıyı açıyorum. sonra bunu neden yaptığımı düşünüyorum. telefonda sayısız cevapsız arama var.

gözlerim yarı açık yarı kapalı, yarı görür yarı görmez sarılıyorum, sığınıyorum, içimden teşekkür ediyorum, göğsünü göz yaşlarımla ıslatıyorum.
...
e. diyor hoca, hocam diyorum, bu söylediğiniz imkansız. sen bir düşün, diyor. ne kadar hoş bir adam olduğunu düşünüyorum. uzattığım kağıtları geri alıp odasından çıkıyorum. çıkmadan önce kabul etmiş olmalıyım. fakat ne zaman? ne zaman?

...
size ne oldu? bence müthiş bir isteksizlik ve halsizlikle kesin bazı fizyolojik sorunlarım var. birkaç tahlil yapalım mı? fakat benim kanım zehirli tüm laboratuvarı havaya uçurabilir. hmm, peki. sizi şimdi yönlendiriyorum.

...
telefonda 'özür dilerim' yazıyor. uzanıyorum. hayır yokmuş. gece yaşananlar gerçek mi? gerçekmiş. hoca mail atmış, sorun yokmuş. kollarımda iğne izi var, kan vermiş, laboratuvarı havaya uçurmamışım.

...
gözlerini açıyor. iyi misin? bunu hayati bir önemi varmış gibi sorduğu andan itibaren iyiyim. bugün mektup göndereceğim. pekala iyiyim.

30 Eylül 2018 Pazar

Lüzumsuz Meseleler IV ya da "Fakat kalbin okyanus gibi gizemli ve karanlık"

Bazı anıların kokusu vardır ve sanırım bazı anıların da ışığı... Hiç sevmememe rağmen sanki güneş ışığı kaplıyor odayı. İşte bu odayı, aynı odayı. Müthiş bir ferahlık, genişlik... Sonsuza uzanıyor duvarlar. Fakat aynı anda yüreğim sıkışıyor, mideme bir ağrı giriyor. Çok güzeldi, diyorum kendime, çok güzeldim. İnsan ömründe kaç kez o kadar güzel olabilir?

Her şeyin anlamsız olduğu gibi her şeyin anlam yüklü olduğu zamanlar da var. Yaşadığı anın boğuntusundan kurtulmaya çabalayan insan nefes alabildiği anları düşünüp başka bir hüzne, ama nasıl desem -eğer böyle bir şey mümkünse- neşeli bir hüzne gark oluyor. Bir an bile tereddüt etmedim, ne kendimden ne de muhatabımdan. Bir an bile...

18 yaşımda okuduğum Uyuyan Adam hayatımı değiştirdi. 28 yaşında, tıpkı 18'imde olduğum gibi, zamanın doğurmasını beklerken elime şaşkınlıkla Perec'in rüyalarını yazdığı kitabı geçiyor. Bir zamanlar uyanır uyanmaz not aldığım rüyalarım gibi, Şahanem de not almış, tıpkı bir zamanlar uyuyamadığım gibi, onun uyanıklığın pençesinde kıvranması gibi.

Defalarca yazdım. Aynı üslupla yazdım. Aynı samimiyet ve aynı bağlılıkla. Yine yazıyorum. İçimde temiz kalması için harcadığım çabayla kaç yaş aldım... Zaten bir daha da bana acı veren hiçbir şeyi kendime rağmen aklamadım, aklayacak gücü kendimde bulamadım. Ve yine zaten bir daha hiç bir zaman o kadar güzel olmadım.

İşte tüm bunları yapan herhangi bir gezegenin retrosu değil, Bob Dylan ve Joan Baez. Hiç yaşanmamış gibi insanı kaldırıp on yıl geriye atabilir mi bir düzine nota, atabilir. Hiç acı çekmemiş gibi gülümsetebilir mi, gülümsetebilir. Hiç gülmemiş gibi ağlatabilir mi, ağlatabilir.

Başıma ne geldiyse akşam üstlerinde geldi. Faillerim ektedir.


9 Ağustos 2018 Perşembe

Lüzumsuz Meseleler III

Gözümü kapatıp hafızamı kaybettiğimi hayal ediyorum. Yüzüme bir gülümseme, zihnime bir öykü yayılıyor. İçimden "Lütfen, lütfen, lütfen..." derken bile kendime gülüyorum. İnsan kendine unutmak isteyeceği bir hayat yaşatmamalı. Silinip gitmesini isteyeceği, izinin bile kalmamasını düşlediği anılara dahil etmemeli kendini...

Ne zavallılık...

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Lüzumsuz Meseleler II


Kıymalı makarnayı, annemin giysilerinden giyinmeyi ve yaşlı kadınların kalınlaşmış bileklerine taktıkları ince, küçük, altın saatlere bakmayı seviyorum.

Bir süredir yeni başlangıçlar için pazartesileri beklemiyorum. Aynı anda altı kitap birden okuyorum. Yazarına para kazandırmayacak kitapları internetten indiriyorum.

Bir de sabah serinliği çok güzel. Gün ağarırken kamelyaya tüneyip üzerimden kargaların geçmesini bekliyorum. Yanıma aldığım kitaptan belki bir belki iki sayfa okuyorum, yine de yanımda olması hayati öneme sahipmiş gibi davranıyorum.

Hiçbir şey izleyemiyorum, ne dizi, ne film, ne belgesel…
Hala arkadaşım yok. Hala çok yalnızım.


29 Temmuz 2018 Pazar

Lüzumsuz meseleler


Kahvaltı masasında “Keşke ailemde bir arkadaşım olsaydı!” dedikten hemen sonra bir şimşek çaktı kafamda: benim ailem dışında da hiç arkadaşım yok ki!

Hayatımdaki tüm insanlarla bir şekilde tanışmışım ve ilişkimi bir zorunluluğa bağlayarak, öyle çok da bayılmadan, yalnızlıktan ölmeyecek kadar devam ettirmişim. Bu düşünce suratıma okkalı bir tokat karnıma sağlam bir yumruk atıp beni iki büklüm kıldıktan sonra suratıma…. Kâğıda döksek o anı sayfaya kocaman ZBAMMM! yazmak zorunda kalırdık.

Halbuki konuşmak istiyorum. Sayfalar dolusu konuşmak istiyorum. Bir sürü anlatacak şeyim var. Yapılacak bir sürü şey var. Tanıdığım bütün insanlar -bir iki tanesi iyiydi aslında- sıkıntılı olamayacağına göre ben, bizzat kendim kocaman bir sıkıntı yumağı olmalıyım.

Mektup arkadaşı lazım bana. Gerçekten…

9 Haziran 2018 Cumartesi

Lütfü Bey ve Aşırı İsabetli Kararları - III



"Batlamyus sisteminde evrenin merkezinde Dünya vardı. Gökyüzünde var olan her şey konumunu Dünya’dan alırdı. Ay’a fevkalade işler düşerdi Batlamyus sayesinde. Kepler ortaya çıkıp da Kopernik’in işini kullanarak Ay’ın görevlerini elinden alınca çok üzülen Ay, gel git kuvvetini kullanarak Kepler’in beyin sıvısıyla oynadı. Deliren bilim adamının son halinden düşmanca bir keyif alan Ay, dünyada kendi adaletini dağıtmaya karar vererek, zalimlerin beyin sıvılarıyla oynamaya devam etti. Bir süre sonra yalnızca kötülük edenlere değil, çok acı çekip bu acıdan bir türlü kurtulamayacak olanlara da musallat oldu. Werther bu kişilerden en bilinendir."

Büyük bir dikkatle Seher’i dinleyen Lütfü Bey hastalarında gördüğü, suçu başkasına atma durumunun böyle bir yorumunu duymamıştı hiç. Çatılmış kaşlarının altında küçücük kalan gözlerini Seher’in iri, aldığı kimyasallardan yorgun düşmüş gözlerine dikmişti. “Yani delirmenizden Kopernik suçlu, öyle mi Seher Hanım?”

“Hayır, bu tamamen, ait olmadığı sorumlulukların altına Ay’ı sokarak onu olmadığı bir varlık olduğuna inandıran Batlamyus'un suçludur” dedi Seher. Çok kararlıydı. Çok emindi. Başka türlüsü mümkün değildi.
Hatırladıkların kim olduğunu belirler. Peki ya esas kişiliğin unuttuklarındaysa? Rüyaların ne anlamı var? Birdenbire yaşandıklarını hiç hatırlamadığın anılar rüyalarını kullanarak seni ele geçiriyor, bunun ne anlamı var?
Delirmesinin suçunu yüzyıllar önce yaşamış bir bilim adamına atan bir hasta. Ay'a akıl almaz suçlar yüklemek. Bu Lütfü Bey'in 27 yıllık meslek hayatında hiç karşılaşmadığı, karşılaşmayı hayal edemeyeceği bir durumdu. Gözlüklerini çıkardı. Gözleri ovuşturdu. Söyleyecek neyi olduğunu düşündü. Burnunun ucuna dayanan, görmezden gelemeyeceğiyle yüzleşmek zorundaydı artık: Yetersizlik!

Lütfü Bey oturumu sonlandırdı. Evine giderken gökyüzüne baktı. Hiçbir şey göremedi.


27 Mayıs 2018 Pazar

Lütfü Bey ve Aşırı İsabetli Kararları - II



43. gecenin sabahında Seher her zamanki sakinliğiyle gözlerini açtı. Lütfü Beyin verdiği deftere uzandı. Rüyalarından aklında kalanları yazmaya başladı.

Erzurum köprüsünün kenarından Çoruh’a düşüyorum. Nehrin kenarı toprak, bana bir şey olmuyor. N’apacağımı bilemiyorum. Tırmanmaya çalışıyorum.

Bilmediğim yüksek yerlerden düşüyorum.

Sürekli tekrarlanıyor, uyanıyorum.

Düşmekten çok korkuyorum.

Hemşire kapıyı açıp içeri girdi. Yüzünde her zamanki gülümseme vardı. Dikkat edilmeden bakıldığında bulunduğu yerden memnun olduğu sanılırdı. Zaten bütün hemşirelerin yüzündeki gülümseme aynı, diye düşündü Seher, belki okulda öğretiyorlardır.

Rengârenk ilaçları Seher’e uzattı hemşire, “Lütfü Beyle görüşmek için hazır mısın?” diye sordu sevimli bir ses tonu takınarak. Seher ses çıkarmadı. Uzatılan ilaçları tek tek içti. Kalkıp terliklerini giyindi. Belli ki hazırdı.

“Hiçbir ilerleme kaydedemiyoruz.” dedi Lütfü Bey, “delirmeye son hızla devam ediyorsunuz.”

Seher’in gözü Lütfü Beyin gömleğinin cebindeki lekedeydi. Yaşamaya çalışıp da delirmemek nasıl mümkün olabilirdi? Emek verdiği her şey paramparça olmuştu. Ne zaman sevse pişman olurdu, ne zaman bir işe kalkışsa insanlar canından bezdirirdi.

“Akşamüzerlerini hiç sevmiyorum. Ya aydınlık olsun, ya karanlık. O kadar çok keder biriktirdim ki içimde kurtulamıyorum hüzünden, benim için bir alışkanlık oldu. Şu ağaca bakıyorum, şu gökyüzüne, şu arabaya, şu insana… Her şeyin canını yaktık, yaktılar. Ölüm bize ruh bedeni terk etmeden geldi, getirdiler. Düşüyorum, düştükçe düşmekten daha çok korkuyorum. Düşerken bile düşmekten korkuyorum.”

Lütfü Bey, Seher’in dosyasına yeni notlar aldı. “Bir de hipnoz yöntemini deneyelim” dedi. Seher ilgisiz baktı, “Deneyin” dedi. Denenmemiş hiçbir şey kalmasın. “Ayrıca sizi yüksek korunaklı bir odaya almamız gerekecek, akıl sağlığınızı tamamen kaybetmek üzere olduğunuzdan ne yapacağınız belli olmaz.”

Bırakma beni, diyorum. Sesim çıkmıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kocaman tüylü bir yaratık. Simsiyah. Gözlerinde güven görüyorum. Sanki o yanımda olduğunda bana hiçbir şey olmazmış da artık tamamen savunmasız kalmışım gibi. Göğsümün orta yerine bir ağırlık oturuyor. Lütfen bırakma beni, diyorum. Hala sesim çıkmıyor. Yaratık arkasını dönüp gidiyor. Ne peşinden koşabiliyorum, ne bağırabiliyorum.

Yeni odasının pencereleri demir parmaklıklı. Yatakta çarşaf yok. Rüyalarını yazması için kalem yok. Yeni ilaçlar, başka bir ilaç verilene kadar onu uyutuyor. Seher belki de artık daha çok düşüyor. Yazamadığından Lütfü Bey bunu tam olarak bilemiyor.

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Lütfü Bey ve Aşırı İsabetli Kararları - I



Lütfü Bey “Hmm…” dedi. “Peki, kapı ne renk?”

Seher, düşünmeden cevap verdi “Gri.. Soğuk bir gri.”

Gri garaj kapısını açan Seher içeri girip kapatıyor. Burası onun doğduğu evin bahçesi. Yıllarca topraktan havuz yapıp bir türlü içinde suyu tutamadığı bahçe. Arkadaşlarıyla oynadığı, kedi büyüttüğü bahçe. İki katlı müstakil bir evin bahçesi. Üst katta babaannesi oturuyor, dedesi o 5 yaşındayken öldü. Alt katta annesi babası ve kardeşleriyle kendisi. Bir süre önce bir apartman dairesine taşındılar. Seher kapıyı bu taşınmadan kısa bir süre sonra açıyor.

Anahtarını evde unuttuğunda da garaj kapısını iterek girer, odasının camına tırmanmaya çalışırdı eğer garaj kapısı kilitlenmemişse. Her ne kadar bir keresinde çok yaklaşmış olsa da asla o pencereden içeri girememiş, en fazla babaannesine çıkıp, önlüğüyle oturup annesinin misafirlikten dönmesini beklemiştir.

“Garaj kapısını açarak içeri girdiğim doğru. Ama bodrumdan geçerek eve girdiğimi hiç hatırlamıyorum gerçekte. Bunu düşününce bile ürperiyorum. Fakat anıda giriyorum. Eve bakıyorum. Ama ben orada yaşarken bile tek başıma bodrumdan geçmeye ürkerdim.”

Bir anlık duraksamadan sonra “Bir de” dedi Seher, “Bir de bahçede yanına bile yaklaşmaktan korktuğum büyük, küçük vahşi kediler var. Bir sürü… İstila etmiş gibiler. Onlardan korkuyorum. Bu, gerçek mi yoksa anıya rüyalarımdan eklediğim bir sanrı mı bilmiyorum.”

Lütfü Bey “Hmm…” dedi. “Peki, günün hangi saatleri?”

Seher düşündü, öğleden önce gibi, çok güneşli değil fakat akşam da değil, henüz aydınlık. “Öğleden sonra olmalı.” Yaz mevsimi olamaz, çünkü anıda ya da hayalde gerçekten güneş yok. Fakat yazın değilse öğleden sonra da olamaz, okulu var Seher’in. Öyleyse belki yazın sonlarıdır. “Bilemiyorum” dedi Seher, başını öne eğdi.

“Bu anıda seni ne rahatsız ediyor?” diye sordu Lütfü Bey gözlüğünün üstünden bakarak.
Seher ellerini ovuşturdu, rengine bakılacak olursa üşümüştü. Seher ellerine baktı. Ağrıyan başını hareket ettirdi, başına konan bir sivri sineği kovmak ister gibiydi, fakat ağrı gitmiyordu.

Seher uyanık fakat dalgın olduğu anlarda, yaşayıp yaşamadığından dahi emin olamadığı bu çocukluk anılarını bir anda zihninde buluveriyordu. Hatırladığı detaylar ona, ilk defa izlediği bir film sahnesi gibi geliyordu, bildiği yerlerde geçen bir film sahnesi. Elbette bu anıları yaşamış olması olasıydı fakat böyle birdenbire hatırlamak onu rahatsız ediyordu.

Lütfü Bey soruyu sorduğu andan itibaren aynı şekil ve kayıtsızlıkla Seher’e bakmayı sürdürüyordu.
“Üzgünüm Seher Hanım, sizi hastanemize yatırmamız gerekecek” dedi ve masasındaki telefona uzandı.

Seher dehşetle açtığı gözlerini Lütfü Beyinkilerle buluşturdu. Böyle bir şey beklemiyordu. Alt tarafı bu anıların sebebini merak ederek bir psikiyatra danışmak istemişti. “Hangi hastaneniz?” diye sordu nihayetinde. “Buraya” dedi Lütfü Bey, “Elbette bir akıl hastanesi olması sizi ilk etapta rahatsız edebilir, fakat alışırsınız. Sonuçta siz bir delisiniz Seher Hanım.”

5 Mart 2018 Pazartesi

7

-zaman hakikatin en önemli belirleyicisi sanırım.

-zaman değişirmiş gibi görünen fakat değişmeyen tek şey.

-zaman dost gibi görünen düşman, düşman gibi görünen dost.

-gerçekten ne değişti, kat ettiğim yollar ve aldığım dersler var, hayatıma müteşekkirim, zamana asla!

-27 yaşımı dolduracağım ve yapmak istediğim şeyler hep aynı, daha fazla öğrenmek, daha fazla okumak, daha fazla yazmak, daha fazla dinlemek, izlemek...
-bir türlü gerçekleşmeyen hayallerime selam ederim. 


-bitti-


26 Ocak 2018 Cuma

45

Bu kara deliği tanıyorsun değil mi İbrahim? Düştüğümüz fakat düştüğümüzü bir türlü kabullenemediğimiz bu devasa karanlık her şeye sahip. Görmüyor muyuz İbrahim? Karanlığı öylesine dert ettik ki etrafımıza bakmıyor muyuz? Bu mide bulantısı, bu bulantı ne zaman geçecek İbrahim?

27 yaşına geldim İbrahim, akıl almaz bir hızla yaşlanıyorum. Evren benim yaşım söz konusu olduğunda tur bindiriyor normal hızına. Tüm sabahları hızlı geçip uzun uzun geceler sunuyor bana. Geceyle ilgili bir sorunum yok da İbrahim bunca yalnızlığı nereye sokuşturacağımı şaşırıyorum. Her dolaptan, her çekmeceden, her defter arasından, her çorap içinden, her pencere pervazından, her halı altından, her sabun köpüğünden, her zeytin çekirdeğinden,


İbrahim bulduğumu sandığım her şey birer yanılsama. Sahip olduğum tüm mutluluklar bir bir çalınıyor benden. Gözümü hep daha kötüsüne açıyorum eğer bir mucize olmuş da kapatabilmişsem. Güvenli bir çift söze ihtiyacım var İbrahim, ya da göze, ya da ele, ya da sese, ya da sen tüm bunları boş ver İbrahim, onca senenin hatrı var, sen benimle bir sigara yak, uzaklara dalalım, şu muhteşem kara deliğimizin birkaç çift yıldız, birkaç uzay çöpünü iştahla çiğnemesini, yemesini yemesini ama hiç kilo almamasını izleyelim. Yıllar sinemize yaslansın, hatıralarımız paslansın, şu deli gönüllerimiz uslansın ve unutalım İbrahim. Göğsümüzü delip geçen ne varsa hepsini unutalım. 


19 Ocak 2018 Cuma

52

27 yıldır hayattayım ve çaba harcamaya değer bir şeyle henüz karşılaşmadım. İşin içine insanlar girdiğinde yolun sonu elbette hayal kırıklığıyla bezeli. Artık yalnızca bir miktar huzur diliyorum.

-yazının devamını acımasız bir şekilde sildim. çünkü artık bittim- 

17 Ocak 2018 Çarşamba

54- umut

Yokluğuyla varlık kazanabilmiş bir başka şey de umut. Başından sonuna kadar enfes bir zehir. Ve hiçbir şekilde vücuttaki varlığı tespit edilemez.

Kafka! Senden incesi yok.


 Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da! Güçlü dur, ben olsam da olmasam da!

10 Ocak 2018 Çarşamba

Kara

—Bir itirafta bulunmalıyım sana, diye başladı İvan, kişinin yakınlarını sevebilmesine hiçbir zaman akıl erdirememişimdir.



Neye ihtiyacın olduğunu ve ne yapman gerektiğini bilmiyorsun. Yüzyıllık bir uyku diliyorsun ama uyku bir süredir şehrin bu yakasına uğramıyor. Duyduğun seslerin farklı titreşimleri var, yücelttiğin akıl mı yakacak seni? Sokağın güzelim lambasına bakıyorsun saat sabah beş! Yağmur, yok. Rüzgar, yok. Sakin. Gerçekten, nasıl son bulacak? Bunca yaşanmışlık nasıl son bulacak?


Hep İvan haklıydı. Şimdi değil. Şifa bu kez karşı çıkılanda. Suçlanmaktan, eleştirilmekten, göze girmeye çalışmaktan, ne yaparsam bu bana karşı gelmezlerden sıkıldın. Hiçbir şeyin anlamı yok. İnsan duygudan ibaret, sen artık insan olmak istemiyorsun. 


7 Ocak 2018 Pazar

olan biten her şeyi size anlatayım.